10 Aralık 2010 Cuma

HAYIRLI CUMALAR

"Allahumme la tuhricna mineddünya illa ma'aşşehadeti vel iman"
Anlamı: Allahım! Bizi dünyadan ancak kelime-i şahadet ve imanla çıkar.

-"Allâhümme Rabbe's-Semevâti's-seb'ı ve rabbe'l-arşı'l-azîm. Rabbene ve Rabbe külli şey'in münzilet-Tevrâti ve'l-İncîli ve'l-Kur'âni fâlika'l-habbi ve'n-nevâ ezûzü bike min şerri külli şey'in ente âhızün bi nâsıyetihî ve ente'l-evvelü ve feleyse kableke şey'ün ve ente'l-bâtınü ve fe leyse dûneke şey'ün akdı annî'd-deyne ve eğninî mine'l-fakri…" (Tirmizi, Daavât 68; İbnu Mâce, Dua, 2)

Duanın anlamı:"Allah'ım! Sen yedi semânın Rabbi, Arş-ı Âzam'ın Rabbisin. Sen bizim Rabbimiz ve her şeyin Rabbisin. Tevrat, İncil ve Furkân'ı indiren, tohum ve çekirdekleri açansın. Her şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Her şeyin alnından yapışmışsın (dizginleri senin elindedir). Evvel sensin, senden önce bir şey yoktur. Ahir sensin, senden sonra da bir şey kalmayacak. Sen zâhirsin, senin üstünde bir şey mevcut değildir. Sen bâtınsın, senin dışında bir şey yoktur. Benim borcumu öde, beni fukaralıktan kurtar, zengin kıl



ÂİŞE (r.a.) AYŞE

Yazar: İslam Ansiklopedisi, 08-2-2006
Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk iman eden onun en sadık arkadaşı Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı ve Hz. Peygamber'in zevcesi. Hicret'ten dokuz veya on sene önce Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Annesi Ümmi Rûmân binti Âmir İbn Umeyr'dir. Hz. Âişe çok küçük yaşta müslüman olmuştur.

Resulullah, ilk zevcesi Hatîcetü'lKübrâ hayatta iken başka bir kadınla evlenmemişti. Onun vefatından sonra bir süre daha evlenmedi. Resulullah, Hatice (r.a.)'ın ölümüne çok üzüldü. Osman İbn Maz'un'un hanımı Havle binti Hakim, Resulullah'a gelerek Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı Âişe ile evlenmesini teklif etti. Sonra da Resulullah adına Ebu Bekr'e giderek kızı Âişe'yi istedi.

Hz. Âişe'nin Resulullah'a nikâhlanması Hicret'ten iki veya üç sene önce oldu. Kaynaklar, bu nikâhlanma sırasında Hz. Âişe'nin yaşının küçük olduğunu kaydetmektedir. Nikâhın kıyılmasından iki yıl kadar zaman geçtikten sonra zifâf vukû bulmuştur. Hz. Âişe'nin o zaman dokuz veya on bir yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetleri bazı tarihçiler cerhetmekte ve Âişe validemizin evlendikleri zaman daha büyük olduğunu ileri sürmektedirler. Âişe validemizden rivayet edilen bir hadiste, Hz. Cebrâil Âişe'nin resmini ipek bir hırka içinde Resulullah'a getirmiş ve "Bu, senin dünya ve ahirette zevcendir." demişti. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bâkire olarak nikâhladıkları tek zevcesi vâlidemiz Hz. Âişe'dir. Resulullah onu çok severdi. Ona 'Hümeyra' lâkabını vermiş ve: "Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız" buyurmuşlardır.

Hazret-i Âişe, Medine'de Peygamberimizin muharebelerine katıldı ve diğer sahâbe hanımları gibi harpte yaralıların tedavisiyle bizzat meşgul oldu. Uhud gazâsında sırtında su ve yiyecek taşıyıp yardım için Peygamber Efendimizin hep yanında kalmıştı. Hatta, peygamberimizin Uhud'da müşriklerin taşlarıyla yaralanan mübarek yüzlerine, hasır yakıp, külünü basarak kanlarının durmasını sağlamıştı. Hz. Âişe bir ara Uhud'da kılıçla cepheye gitmek istemişse de, Resulullah buna müsaade etmemiştir.

Âişe 14-15 yaşlarında iken Benu Mustalık (Müreysi') gazâsına Resulullah'la beraber katıldı. Gazâ dönüşü tuvalet için geride kalması yüzünden iftiraya uğradı; savaşa ganimet için katılan münafıklar Hz. Âişe'nin, gecikmesi sebebiyle, kâfilenin ardından yanında Ashabtan Safvan ile birlikte geldiğini görünce bunu kötü sözlerle ve çirkin bir şekilde yorumladılar. Yolda bu dedikodulara bazı müslümanlar da karışınca Hz. Âişe çok üzüldü; Medine'ye gelince hastalandı. İftira, dedikodu etrafa yayılmıştı. Ateşi yükselerek yatağa düştü. Bu arada kendisini fazla aramayan Rasûlullah'tan izin isteyerek babası Ebû Bekir'in evine gitti. Orada bir müddet kaldı; sabırla bekledi. Bu arada Rasûlullah diğer hanımlarına ve sahâbeden en yakınlarına Âişe'nin durumunun ne olabileceğini sordu. Hepsi de Hz. Âişe'nin temiz ve suçsuz olduğunu söylediler; "Peygamberini fenalıklardan koruyan Cenâb-ı Hak, size böyle bir şeyi revâ görmez, sabreyleyin" dediler.

Aradan bir ay gibi uzun bir zaman geçinceye kadar danışmalarını sabırla sürdüren Resulullah, sonunda Hz. Ebû Bekir'in evine uğradı. Hz. Âişe'yi, anne, babası ve sahâbeden bir hanımla ağlar buldu: "Ya Âişe, senin için bana şöyle şöyle söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değilsen; Allah'u Teâlâ yakında senin doğruluğunu tasdik eder. Eğer bir günah işlediysen, tövbe ve istiğfar eyle! Allah'u Teâlâ, günahına tövbe edenlerin tövbesini kabul eder. " buyurdular. Resulullah'ın mübarek sesini işitince ağlamayı kesen Hz. Âişe babasına bakıp cevap vermesini istedi. Hz. Ebû Bekir ve Âişe'nin annesi böyle söylentilere ve dedi-kodu yapanlara sadece şaşırdıklarını söylediler. Hz. Âişe ise: "Allah'u Teâlâ'ya yemin ederim ki kulağınıza gelen lâfların hepsi yalandır, iftiradır, Allah biliyor ki benim bir şeyden haberim yoktur. Yapmadığım bir şeye evet dediğimde kendime iftira etmiş olurum. Sabretmek iyidir. Onların söylediği şey için Allah'u Teâlâ'dan yardım bekliyorum." dedi. Günahsız olduğundan, kalbinin temizliği ile ve kendinden emin olarak bekledi .

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yüzünde vahiy alâmetleri belirdi. Hz. Ebû Bekir, Resulullah'ın başının altına bir yastık koyup üzerine çarşaf örterek beklediler. Vahiy tamamlanınca Resulullah terlemiş yüzünü örtünün altından kaldırarak: "Müjdeler olsun sana ey Âişe! Allah'u Teâlâ seni temize çıkardı. Senin pak olduğuna şahit oldu." deyip Kur'an'daki Nûr Suresinden, o an nazil olunan 10 ayeti okudu. Hz. Ebû Bekir hemen kalkıp kızı Âişe'yi başından öptü, "Kalk, Resulullah'a teşekkür et." dedi. Kendisi için ayet ineceğini aklından geçirmeyen Âişe şaşkınlık içinde: "Hayır kalkmam baba vallahi kalkmam. Allah'u Teâlâ'dan başkasına şükretmem. Çünkü Rabbim beni Ayet-i Kerîme ile methetti." dedi. Ama, çok sevindi. iftirada bulunanlar zamanla hakîr ve zelîl oldular.

Peygamberimiz (s.a.s.) 632 senesinde hastalanınca son gününü Hz. Âişe validemizin evinde geçirdi. Rebiü'levvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce mübarek başı, Hz. Âişe validemizin göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etti. Resulullah'ın vefatından sonra Ashâb-ı Kirâm, Hz. Aişe validemize müminlerin annesi adını vererek, ona büyük hürmet göstermişlerdir. Hz. Âişe de, sahâbe içinde, kırk yıla yakın bir müddet daha yaşamış ve pek çok hadis rivayet etmiştir.

Hz. Âişe'nin bu son kırk yıllık hayatındaki en önemli olay; Cemel Vak'ası'dır. Hz. Osman'ın karışıklık çıkaran entrikacı asiler tarafından şehid edilmesinden sonra halîfe olan Hz. Ali, katilleri bulmak ve kısas yapmak hususunda günün şartları gereği olarak sabırla hareket etmeyi uygun bulmuştu. Bu yumuşak davranıştan yüz bulan asiler taşkınlıklarını artırarak fenalıklarına devam ettiler.

Durum böyle endişe verici bir hâl alınca Ashâb-ı Kiram'ın büyüklerinden bir kısmı (Talha, Zübeyr...) Mekke'ye giderek o sırada hac için orada bulunan Hz. Âişe'yi ziyaret edip, olaylara el koymasını ve kendilerine yardımcı olmasını istediler. Hz. Âişe de; acele etmemelerini, sabırla bir köşeye çekilip Hz. Ali'ye yardımcı olmalarını tavsiye etti. Ashâb-ı Kirâm'ın büyükleri de Hz. Âişe'nin tavsiyesine uyarak, askerleriyle Irak ve Basra'ya gitmeyi uygun gördüler. Hz. Âişe'ye de: "Ortalık düzelinceye ve halifeye kavuşuncaya kadar bizimle beraber bulun, bize destek ol, çünkü sen müslümanların annesi ve Resulullah'ın muhterem zevcesisin, herkes seni sayar dediler. Hz. Âişe de, müslümanların rahat etmesi ve Ashâb-ı Kirâm'ın korunması için onlarla birlikte Basra'ya hareket etti.

Bu gidişi asiler, Hz. Ali'ye başka türlü anlattılar. Bu arada Hz. Ali'yi de zorlayarak Basra'ya gitmesini sağladılar. Hz. Ali de Basra'ya gelince Hz. Âişe'ye bir haberci yollayarak, olaylar ve yolculuğu hakkındaki düşüncelerini sordu. Hz. Âişe, fitneyi önlemek ve sulhu sağlamak için Basra'ya geldiğini; öncelikle katillerin yakalanmasını istediklerini halife Hz. Ali'ye bildirdi. Bu görüşü Hz. Ali de uygun bularak sevindi. Memnun olan her iki taraf üç gün sonra birleşmeyi kararlaştırdılar.

Bu barış haberini ve memnunluğu işiten münafıklar birleşmeye engel olmak için, gece karanlık basınca, her iki tarafa da ayrı ayrı askerlerle saldırdılar. Taraflara da: "Bakın, karşınızdakiler sözünde durmadı" deyip bu gece baskını ile ortalığı karıştırdılar. Karanlıkta neye uğradıklarını bilemeyen müslümanlar harb etmeye başladılar. Her iki taraf da karşısındakini suçluyordu. İşte bu iki müslüman grup arasında meydana gelen çatışmaya Cemel vak'ası denir.

Bu vak'ada Hz. Aişe'nin ictihadı Hz. Ali'nin ictihadına uymamıştı. Buna rağmen galib olan Hz. Ali, müminlere anneliği Kur'an-ı Kerim ayeti ile sabit olan Hz. Aişe'ye ikram ve izzette bulundu. "Ali'yi sevmek imandandır." hadisini haber veren Hz. Âişe de Hz. Ali'yi çok severdi. Daha sonra Hz. Ali'nin şehâdetine üzüldü ve çok ağladı. Çünkü, sahâbiler birbirlerini çok severlerdi.

Hayatının son devrelerini müctehid olarak bilhassa kadınlara mahsus hallere dair fıkhî hükümlerde fetvalar vererek geçirdi. 676 yılında Medine-i Münevvere'de vefat etti. Cenazesini Ashâbtan Ebû Hureyre (r.a.) kıldırdı. Vasiyyeti üzerine Medine'de el-Bakî' kabristanına defnedildi.

Küçük yaşlarda iken Âişe'nin eğitim ve öğretimiyle bizzat babası Hz. Ebû Bekir (r.a.) ilgilenmiştir. Bütün müminlerin annesi olan Âişe validemiz daha küçük yaşlarda iken okuma yazma öğrenmiş, zekâsı ve kabiliyeti ile etrafının dikkatini çekmiştir. Öğrendiklerini unutmaz, ezbere tekrar ederdi. Hafızası çok kuvvetli idi. Akıllı, zeki, âlime, edibe, iffet sahibi bir hanım idi. Pek çok konuları şiirle anlatan sanatkârca bir ifadeye sahipti.

Ashâb, karakter ve hâfızasına güvendikleri ayet-i kerime ile övüldüğünü bildikleri için birçok meseleyi ondan sorar ve öğrenirlerdi.

Hz. Âişe vâlidemiz babası Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Osman'ın hilâfetleri zamanında Hz. Peygamber'den işittiklerini müslümanlara anlattı. Devamlı oruç tutar ve daima gece namazı kılardı.

Hz. Âişe fıkıh ve ictihadda keskin, kuvvetli görüşe sahiptir. Fıkıh ilminin kurucularından sayılır. Devrinin üstün âlimlerinden ve Fukahâ-i Seb'a*dandır.

Hz. Âişe, güzel ahlâklı, merhamet dolu, cömert ve ibadete düşkün, çok zeki bir sahâbiydi. Hepsinin başında en mümtaz vasfı ise İslâm'a ve ilme olan büyük hizmeti idi. Müslüman bilginler arasında yaygın bir rivayete göre fıkıh ve dinî ilimlerin dörtte birini Hz. Âişe nakletmiştir.

Ebû Mûsa el-Eş'ârî: "Bizler, müşkül bir mesele ile karşılaştığımızda gider Hz. Âişe'ye sorardık." demiştir.

Abdurrahman b. Avf'ın oğlu Ebû Seleme: Resulullah'ın sünnetini Hz. Âişe'den daha iyi bilen; dinde derinleşmiş, Ayet-i Kerîme'lere bu derece vâkıf ve sebeb-i nüzulleri bilen, ferâiz ilminde mâhir bir kimseyi görmedim." demiştir.

Hakkında İmam Zührî: "Eğer zamanının bütün âlimlerinin ve peygamberimizin diğer zevcelerinin ilmi bir araya toplansa, Hz. Âişe'nin ilmi yine daha ağır basardı" derdi.

Atâ b. Ebî Rebâh; "Hz. Âişe, ashâb içinde en çok fıkıh bilen, isabetli rey bakımından en ileri gelen bir kimse idi." demiştir.

Tabiinden Mesruk; "Allah'a yemin ederim ki, Ashâb-ı Kirâm'ın ileri gelenlerden bir çoğu gelir Hz. Âişe'den Ferâiz'e ait sorular sorar ve öğrenirlerdi." demiştir.

Hz. Âişe Peygamberimizden ikibinikiyüzon hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Ashâb ve Tabiin'den bir çok kimse hadîs nakletmişlerdir. Sahih hadis kitapları Hz. Âişe'nin fetvaları ile doludur. Ahmet b. Hanbel Müsned adlı eserinde de Âişe'nin rivayet ettiği hadislerinden uzun uzun bahseder .

Hz. Âişe'nin naklettiği hadislerden bazıları:

"Ey Âişe, Allah, kullarına lutf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever."

"Her gün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehidlerin derecesini bulur"

"Resul-i Ekrem (s.a.s.) 'in en ziyade hoşlandığı ibadet, devamlı olanı idi, az olsa bile."

"Sekir (sarhoşluk) veren her içki haramdır. "

-Hazret-i Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Cebrâil hiç durmaz komşu hakkına hürmet olunmasını bana tavsiye ederdi. Hatta ben yakında komşuyu mirasçı kılacak sandım. "

Yunus Emre ÖZULU

hayırlı cumalar....

7 Aralık 2010 Salı

TİRAMİSU

Cabir´den: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir."
[(Tirmizi/2436) ]











Uzun çok uzun zaman oldu bloguma bişeyler eklemeyeli..Yazmaya fırsat bulamıyorum(yada üşeniyorum) ama arkadaşlarımı gezmeye fırsatım oluyor.Yorum yazamasamda hemen herkesi ziyaret ediyorum.
Açılışı tiramusuyla yapmak istedim.Tatli yiyelim tatlı konuşalım misali.......




MALZEMELER

1 paket kedi dili bisküvi
2 su bardağı süt
1 çay bardağı şeker
3 yemek kaşığı un
2 yumurta
1 paket labne peyniri
1 paket vanilya


ISLATMAK İÇİN
fındıklı nescafe
1 çay bardağı süt

ÜZERİ İÇİN
bolca kakao


HAZIRLANIŞI
Labne peyniri  yumurta akları ve vanilya hariç tüm muhallebi malzemelerini sürekli karıştırarak pişirin.
Labne ve vanilyayıda ekleyip mikserle 5 dk iyice karışmasını sağlayın.
Yumurta aklarını kar haline gelene kadar çırpın ve muhallebili karışıma ekleyin.
İstediğiniz  yuvarlak bir kalıba bisküvileri dizin sütle erittiğimiz nescafeyi kaşık yardımıyla bisküvileri ıslatın.
Bisküvilerin üzerine muhallabiden dökün.
Tekrar bisküvileri dizip ıslatın.yine muhallebi dökün ve spatulayla düzeltin
Bir gece buzdolabında bekletin.
Servis yapılacağı zaman üzerine bolca kakao serpin.
afiyet olsun..




 
 

6 Aralık 2010 Pazartesi

HİCRİ YILBAŞI NEDİR?

Hicri takvim, Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için una (Hicri Kameri” veya “Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını, Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

Hepimiz Müslümanız elhamdülillâh. Ama hepimiz Müslümanlığımızın icabını yaşamıyoruz maalesef...
Biz, Müslümanlığın icabını yaşama hâline “dindarlık” diyoruz. Kim inandığı gibi yaşıyorsa, ona dindar insan sıfatını takıyor, dindar adam, diye yâd ediyoruz. Bu sıfat onun hakkıdır zaten.

Siz dindarlığı, zamanın kötülük ve fitnesine karşı giyilen koruyucu bir zırh olarak da kabûl edebilirsiniz.
Aslında dindarlık, sahibini sadece âhirette Cennet’e koyan bir yaşama tarzı olmakla kalmayıp, dünyada da huzura, saadete sevkeden bir yaşama tarzıdır.

Nitekim İsa Peygamber’in doğumu ile Hazret-i Muhammed’in hicretine başlangıç olan yılbaşlarında dindar olanla olmayanın yaşayışını ibretle seyrediyorsunuz.

Dindar olanlar, yılbaşı gecelerinde düşünüyorken, şuur altında bile olsa diyorlar ki:

— Yılbaşı gecesinin mânası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölüm denen kesin âkıbete biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlık demlerinin gelmesi.. demektir. Nitekim her yılbaşında siyah saçlara biraz daha aklar düşüyor, akların sayısı da biraz daha çoğalıyor.

Öyle ise, böyle gecelerde daha çok sefalete, daha çok sefahete düşmek yerine; daha çok âhirete, daha fazla ebedî âleme meyili olmak lâzımdır. Zira bu hızlı gidiş, - ister ikrar et, ister inkâr - kabire, öteki dünyaya doğrudur.

İşte dindarlık böyle düşündürüp, böyle tedbirli hareket ettirdiği içindir ki, dindar insanın, geçen senelerinden pişmanlığı azdır. Ama kendisini dinî ölçülerle kayıtlı görmeyen başıboş insanlarda ise her yılbaşında böyle bir muhakeme ve düşünceden eser yok. Tam bir şuur ve idrak mahrumiyeti içindeler.. Ölüme bir sene daha yaklaşmanın delilini teşkil eden gecede, hem ahlâkından, hem mâneviyatından, hem de parasından zararlar görmekte, fireler vermekte, pişman olacağı fiilleri çoğaltarak işlemekteler. Birkaç saatlik bu eğlence ve sefahetin arkasından ömür boyu üzüntü ve pişmanlıklar gelmekte...
Onu böyle ömürboyu pişmanlıklara sevkeden şey, İslâm’ın icabını yaşamayışında, yâni, dindar olamayışındadır.

Şâyet dinin emirlerine sadık kalacak bir iman kuvveti, dindarlık emâresi kazanabilse, her yılbaşı, tam aksini düşünmesine, kendisine çekidüzen verip iman ve ahlâk bakımından yükselmesine sebep olacak, geçmişinden pişmanlık duyan bir sefahet ve sefalete düşmeyecek...

Demek ki, yılbaşı gecelerinde kimilerini o hâle düşürüp, kimilerini de bu duruma çıkaran şey, dindar olup olmamaktan başka birşey değildir.

Anlaşılan, şahsı düşündürüp, mes’ud ve bahtiyar kılan şeyin dindarlık olduğu kesindir.

Ferdi muhakemesizleştirip sefalete itenin de dinde lâubalilik olduğu bir vakıadır.

Demek imtihan dünyasıdır bu. Her ikisine de yol açık. İsteyen oraya, dileyen de buraya yönelir. Kimi yılbaşında şuurunu iptal eder. Kimi de ihyâ...

Biz şükrederiz dindarlığımıza, hamd ederiz bizi böyle düşündürüp, amel ettiren Rabbimize.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet ten alıntıdır...

3 Aralık 2010 Cuma

HAYIRLI CUMALAR

HİCRET ETMEK ZORDUR, CENNET UCUZ DEĞİL!!!




Hicret, göç etmektir. Maddî göç bellidir. Bir şehirden diğer bir şehre gitmek gibi...

Manevî göç teferruatlıdır. Bir Müslüman, bulunduğu beldede veya şartlar içinde dinini yaşayamıyorsa, o Müslüman dinini yaşayacağı bir beldeye gidebilir.

Bulunduğumuz odada televizyon varsa ve odada bulunanlar istemediğimiz bir programı izliyorlarsa, o odadan diğer bir odaya geçmek HİCRETTİR.

Akrabalar, arkadaşlar, komşular İslam`a aykırı yaşayışlarını sürdürmek için toplanmışlarsa, onların toplantısına katılmamak HİCRETTİR.

Her gün kahveye gidenler, her gün sohbetlere gitmeye başlarsa bu hal bir HİCRETTİR.

Kötü arkadaştan ayrılıp, âlimleri ziyarete gitmek HİCRETTİR.

Buyrulmuş ki "Bir dağın hareket ettiğini duyarsanız inanın; bir insanın huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın." Huylar değiştirilmez ama yönü değiştirilir. Huylara yön vermek, yönünü değiştirmek HİCRETTİR.

Bedenimizi bir yerden bir yere taşıma yerine, huyumuzu, âdetimizi, örfümüzü bir yerden bir yere taşıyalım.

Peygamberimiz`in ve O`nunla beraber hicret eden sahabenin bu hareketi, bütün Müslümanlara örnektir.

Bulunduğunuz işyerinde İslamiyet`i yaşayamıyorsanız, işinizi değiştirin.

Oturduğunuz muhit iyi değilse, evinizi değiştirin. Yaşayış tarzınızdan siz ve yakınlarınız memnun değilse, yaşayış tarzınızı değiştirin. Bu değişiklikler, dünyanızı cennet eder.

Alak Sûresi "oku" diye başlar. Nasıl okuyacağımızı da hemen açıklar: "Oku, seni yaratan Rabbinin adıyla..."

Ne okursak okuyalım, Allah adına okumak lazım. Allah`ın yarattıklarını öğrenmek için okumak, dalaletten hakka HİCRETTİR.

Bir hanım tesettürün şartlarına riayet etmiyorsa, karar verip tesettürün şartlarını tam yerine getirmesi HİCRETTİR.

Çocuğumuza Kur`an öğretmeye başlamak bir HİCRETTİR.

Kısacası insanın kendi hayatında yaptığı iyiliklere doğru hareketlerin bütünü HİCRETTİR.

Hicret zordur; fakat cennet de ucuz değildir.

Allah, türlü işkencelere maruz kalan Peygamber`ine ve Müslümanlara, "hicret edin" diyor. "O işkencenin içinde kalın, sabredin" demiyor. Bu ayetten, olaydan bizim almamız gereken ders şudur: "Müslüman bile bile zarara giremez, haramdır!"

Haline bak...

Olumsuz bir durum varsa, olumlu hale geçmeye çalış. İşte hicret budur.

"Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur!

Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile,

Bak tecelli eyliyor bin şe`n-i günâgûn ile.

Ey bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah`tan utan!"

Mehmed Akif Ersoy

HEKİMOĞLU İSMAİL

Zaman


ALINTIDIR
http://www.sorularlaislamiyet.com/

6 Kasım 2010 Cumartesi

Muhteşem Fırsat: Zilhicce'nin On Günü; Leyali-i Aşere

Muhteşem Fırsat: Zilhicce'nin On Günü; Leyali-i Aşere



 
Ramazanın yarısından sonra başlayan ayrılık hüznü, Kadir Gecesi’nden sonra artar ve son teravih-son oruçla birlikte zirveye çıkar. Artık rahmet ve mağfiret ayı bitmekte, bire bin verilen geceler veda etmektedir. Maneviyata duyarlı nice mü’min gözyaşı döker, hatta bayramı buruk geçirir.

Şevval ayında tutulan altı oruç acılı yüreklerimizi bir derece teskin eder. Sanki Ramazan’ın küçük bir uzantısını yaşarız. Kurban Bayramı’ndan önceki Zilhicce’nin ilk on günü ise, Ramazandaki bol sevaplı ve çok feyizli ibadetlerden ayrılan mahzun gönüllerimize âdeta bir “teselli armağanı”dır. “Keşke Ramazan biraz uzun olsaydı…” ya da “Ah, Ramazanı hakkıyla ihya edebilseydim…” diye yanan gönüllerimize muhteşem bir fırsattır bu on gece.

Kur’an-ı Kerim’de Fecr Suresi’nin başında, “On geceye yemin olsun ki…” ifadeleriyle bahsedilen bu on gecenin ne muazzam bir hazine olduğunu ne yazık ki hakkıyla bilemiyoruz. Bazı kaynaklarda bu on gecenin Ramazan’ın son on günü veya Muharrem’in onuncu gününe (Aşure Gününe) kadar olan on gün olduğu kayıtlı olsa da genel görüş ve kabul, bu mübarek on günün Zilhicce ayının ilk on günü olduğudur. Yani her senenin Kurban Bayramından önceki ilk dokuz günü ve Kurban bayramı günü olmak üzere tam “on gün”

Zilhicce, umumi af ve bağışlanma ayıdır

Kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumi af ve bağışlanma ayıdır. İşte bu mübarek ayın yukarıda da ifade ettiğimiz birinden onuna kadar olan zaman dilimi “leyâli-i aşere”, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.

İşte bu günlerin kıymetini anlatan Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) muhteşem müjdesi:

“Allah'a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce'nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca, her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesine denktir.” (Tirmizi: Savm, 52; İbn Mace: Sıyam, 39)

Demek ki, bugünlerde tutulan bir oruç, 360 gün oruca bedel olabilir. Rabbimizin rahmet ve bereketi o kadar coşmaktadır ki, bir günlük oruca bir yıllık oruç sevabı vermektedir. Böyle güzel ve tatlı bir müjdeye ilgisiz kalmak mümkün mü? Bu gecelerin Kadir Gecesine benzetilmesi ise, ayrı bir güzelliktir. Çünkü, Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır ve 83 yıllık ibadete bedeldir.

Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin

Yine Efendimizden (s.a.v.) harika bir teşvik cümlesi:
“Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned, 1/257)

Tesbih, sübhanallah; tahmid, elhamdülillah; tehlil, lâilâheillâllah; tekbir ise Allahu ekber demektir. Tesbih, tahmid ve tekbirin namazın çekirdekleri hükmünde olduğunu düşünürsek, bugünlerde nafile namazları arttırmanın ne kadar büyük sevap olduğunu anlayabiliriz.

Yukarıdaki hadisi destekleyen şöyle bir rivayet daha vardır: “Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan işten daha faziletli ve yüce, Allah’a daha sevimli olsun…” (Tirmizi, Savm: 52; Darimî, Savm: 52)

İbni Abbas'ın şu rivayeti ise, bugünlerdeki ibadetin cihattan bile faziletli olduğunu gösteriyor:

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyurdu:
“Allah katında içinde bulunduğumuz şu günler (Zilhicce'nin ilk on günün)deki salih amelden daha sevimli (salih amelin bulunacağı) başka günler yoktur.”
Sahabeler, sordular:
“Ya Resulallah, Allah yolunda cihat da mı?”
Resulullah (s.a.v.) cevap verdi:
“Evet, Allah yolunda cihat da. Meğerki bir adam canıyla ve malıyla cihada çıkıp da kendisine ait mal ve candan hiçbir şeyi geri getiremez olursa, o başka.” (İbni Mâce, Sıyam: 39.İbni Hacer, 5:119)

Buna göre, cihada çıkıp malını feda edip kendisi de şehit olan kimsenin ameli bu on gündeki amelden daha faziletlidir.

Arefenin yeri başkadır

Bugünlerde oruç tutup, gündüzünü ve gecelerini de ibadetle geçirmek hem affa, hem de büyük sevaplar elde etmeye vesile olur.

Bu on gün içinde Arefe gününün yeri ise bambaşkadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Arefe günü tutulan oruç hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Arefe günü tutulan oruç, geçmiş bir senenin ve gelecek senenin günahlarına keffaret olur.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 457)

Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman, Arefe günü kardeşi Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna girdi. Hz. Aişe oruçlu olduğu için hararetten dolayı üzerine su dökülüyordu. Abdurrahman ona:
“Orucunu boz” dedi. Hz. Aişe:
“Resulullahın (s.a.v.), ‘Arefe günü oruç tutmak, kendisinden önceki senenin günahlarına keffaret olur’ dediğini işittiğim halde iftar mı edeyim?” dedi. (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 458)

“Keffaret olur”, günahları örter, affettirir, demektir. Bizim gibi neredeyse bir günah denizinde yüzen ahir zaman Müslümanları için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi? İşte af ve mağfiret fırsatı!

Başka bir rivayette ise Hz. Aişe şöyle demiştir:
“Arefe gününün orucu bin gün oruç tutmak gibidir.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 460)

Demek ki, bir günlük arefe orucu, üç yıllık normal günlerde tutulan oruç sevabına denktir.

Efendimiz, bugünün faziletini şöyle anlatır:
“Arefe günü gelince, Yüce Allah rahmetini saçar. Hiçbir gün o günde olduğu kadar insan cehennemden azat olunmaz. Kim Arefe günü gerek dünya ve gerekse âhiret ile ilgili olarak Allah’tan bir şey isterse, Allah onun dileğini karşılar.”

Yine konuyla ilgili bir hadis şöyledir:
“Arefe gününden daha faziletli bir gün yoktur. Allahü Teala o gün, yer ehli ile meleklere karşı övünür ve (Arafat’taki hacıları kast ederek) şöyle buyurur:
‘Kullarıma bir bakın. Saçları başları dağınık, toz toprak içinde her uzak ilden bana geldiler. Bu hâlleri ile onlar, rahmetimi ümit etmekteler, azabımdan dahi korkmaktalar. Şahit olunuz, onları bağışladım. Onların yerlerini cennet eyledim.’
Melekler derler ki:
‘Onların arasında biri var ki; yalancıktan bu işi yapar. Falan kadın da öyle.’
Allahü Teâla şöyle buyurur:
‘Onları da bağışladım.’

Arefe günü olduğu kadar, hiçbir gün cehennemden daha çok azat edilen olmaz.”
Bu arada şunu hatırlatalım: Hadislerde zikredilen Zilhicce'nin ilk on gününden maksat ilk dokuz günüdür. Çünkü Zilhicce'nin onuncu günü Kurban Bayramı’nın birinci günüdür, bugün oruçlu olmak caiz değildir; ancak o gün de ibadet günüdür. Müstehap olan oruç, Kurban Bayramı’ndan önceki ilk dokuz gündür. On geceye ise, Kurban Bayramı’nın gecesi dahildir. Çünkü geceler önce gelmektedir.
Ayrıca Zilhicce'nin sekizinci gününe “terviye günü” dokuzuncusuna “Arefe günü”; Kurban bayramı gününe (onuncu güne) “nahr=kurban günü”, ondan sonraki üç güne de “teşrik günleri” denilmiştir.

Bu günlerde kazası olmayanlar, beş vakit namaza ilaveten nafile ibadetlere de ağırlık vermelidirler. Kazası olanlar ise daha çok kaza namazları kılmalıdırlar.

Bu on günü hangi ibadetlerle değerlendirmeliyiz?

Her şeyden önce her zaman ve zeminde en vazgeçilmez ibadet olan beş vakit namazı asla ihmal etmemeliyiz. Çünkü, hiçbir nafile ibadet farzların yerini tutamaz. Namazlarda cemaate katılmak için gayret etmeli, daha bir dikkat ve huşu ile eda etmeliyiz. Mümkünse bugünlerde oruç tutup zamanımızı Kur’an, istiğfar, salavat, zikir ve dua ile geçirmeliyiz. Her zaman yapamayanlar bile hiç değilse bugünlerde kuşluk, evvabin, teheccüt gibi namazları kılmalı, affa nail olmak için çırpınmalıdır.

Hatta affa ve rızaya nail olmayı hedef kabul ederek, bu on günü sanki Ramazan’ın son on günüymüş gibi geçirmeliyiz. Buna güç yetiremeyenler, hiç değilse arefe gününü ve bir gün öncesini oruçla ve ibadetle geçirmelidirler. On gece içinde, bilhassa terviye, arefe ve bayram gecelerini ihya etmenin özel bir yeri vardır.

Arefe günü bin İhlâs Suresi okumak çok faziletlidir. Çünkü arefe, tevhidin, azamet ve kibriyanın tam hissedilip ilan edildiği gündür. Bunun için Arefe gününün sabah namazında başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar 23 vakit farzlardan sonra teşrik tekbirlerini getirmek vaciptir. Hatta bu tekbirleri on gün içinde müsait oldukça söylemek büyük sevaptır.

Bugünlerde milyonlarca mü’min haccetmek için mukaddes topraklara gitmiş, kimi Kâbe’yi tavaf ediyor, kimi ağlayarak dua ediyor, kimi Medine’de Ravza-yı Mutahhara’da gözyaşı döküyor, kimi zikir ve dua ile sa’y ediyor, kimi Makam-ı İbrahim’de gözyaşıyla namaz kılıyor, kimi Mültezem’de af için yalvarıyor… Hepsi kendileri ve mü’minler için af, mağfiret, rıza, tevfik ve hidayet istiyor. Arefe günü ise, hepsi Arafat’a gelmiş, “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk” sadalarıyla asumanı inletiyor, gözyaşıyla kıldıkları namaz ve ettikleri dua ile Rabbimizin rahmetine sığınıyor.

İşte kendimizi hayalen hacda hissetmek, onları izleyerek kendimizi onların içinde saymak yoluyla manevî bir hâl kazanabiliriz. İnşallah dua ve ibadetlerimizin hacıların yaptıkları ubudiyete dahil olmasını ümit ederek ibadet edelim.

Şunu da unutmayalım ki, hadislerde verilen müjdelere nail olmak için o günleri nicelik ve nitelik olarak en üst seviyede değerlendirmemiz gerekir. Böylece bambaşka bir halete bürünür, ibadetin hazzını yaşar, inşallah Kurban Bayramı’na affedilmiş olarak girebiliriz.

-“Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned, 1/257)

- Kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumi af ve bağışlanma ayıdır. Bu mübarek ayın birinden onuna kadar olan zaman dilimi “leyâli-i aşere”, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.

- Bu on günde beş vakit namazı asla ihmal etmemeliyiz. Namazlarda cemaate katılmak için gayret etmeli, daha bir dikkat ve huşu ile eda etmeliyiz. Mümkünse bugünlerde oruç tutup zamanımızı Kur’an, istiğfar, salavat, zikir ve dua ile geçirmeliyiz. Her zaman yapamayanlar bile hiç değilse bugünlerde kuşluk, evvabin, teheccüt gibi namazları kılmalı, affa nail olmak için çırpınmalıdır.

On Günlük İhyanın Püf Noktaları

- Birçok insan bugünlerin kıymetini bildiği halde günlük işlerin ve ilişkilerin içinde tam bir ihya programı yapamıyor. Ya unutuyor ya dünya işlerine zaman ayırıyor ya da tam istifade edemiyor. Bunun için şu basit, ama etkili tavsiyelere dikkat edin:

- Her yılın Kurban Bayramı öncesi 9 günü ile Kurban Bayramı gününü yani Zilhicce’nin ilk on gününü ajandanıza veya her gün gördüğünüz bir yere not edin.

Bu on gün içinde sizi meşgul edecek misafirlik, yolculuk ve yorucu işlerden uzak durun. Bu tür programları ya öne alın veya erteleyin.

- Seçici olmadan maç, dizi, haber izlemek gibi boş ve sizi ilgilendirmeyen işlere zaman ayırmaktan her zaman kaçının; bu on günde ise daha bir titiz olun.

- Bugünlerde sağlığınıza özel bir önem verin ki, ibadet ve zikirden geri kalmayın. Ameliyat ve uzun tedavileri bugünlere denk getirmeyin.

-Eğer ev hanımı, emekli, yaşlı gibi mesaiye bağlı bir işiniz yoksa bu on günü sanki i’tikafa girmiş gibi dolu dolu geçirin.

- Öğrenci, memur, işçi gibi belirli bir uğraşınız varsa, mümkün olduğu kadar izin ya da tatil günlerinde oruç ve ibadete ağırlık verin.

- İş, okul vs. sizi mutlaka meşgul etse bile aralardaki “ölü zamanları” değerlendirin. Bunlardan kastımız, iş ve okula gidip gelirken, teneffüs, sıra bekleme gibi durumlardaki boş zamanlardır. Bu zamanları Kur’an, salavat, dua, istiğfar ve zikirle değerlendirin.

- Yanınızda sürekli küçük ebatlı bir Kur’an veya bir evrad kitabı taşıyın. Boş zamanlarda birkaç sayfa bile okusanız kârdır.

- Kur’an okumasını bilmeseniz bile, ezberinizde olan sureleri defalarca okumanız büyük sevaptır.

- Bu on gecede daha az uykuyla idare edin ve uykunuzu kaçıracak çay, kahve gibi içecekleri daha çok tüketin.

- On günün tümünde oruçlu olamadıysanız fırsat bulduğunuz gün Cuma’ya denk gelse bile yine oruç tutun. Çünkü, başka günlerde tutmaya imkanı olduğu halde Cuma günü tutmak mekruhtur. Öyle bile olsa, mekruh sevabından biraz eksilir demektir, yoksa hiç tutmayan zaten hiç sevap kazanmamış olur.

- Zaman kazanmak için bayramlık ve kurbanlık alış verişini önceden yapmaya çalışın.

Kaynak: Moral Dünyası Dergisi
 
 
 
 
 

16 Haziran 2010 Çarşamba

KANDİL SİMİDİ



YARIN KANDİL, KANDİL SİMİDİ TARİFİ VERMEDEN OLMAZ DEĞİLMİ:)

TARİF İÇİN BURAYA BAKINIZ.
TARİFTEKİ TEK DEĞİŞİKLİK SUSAMI KAVURDUM BU KEZ...
DAHA GÜZEL OLDU...





Ragaib Kandili




--------------------------------------------------------------------------------



Regâib, arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarfetmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi, "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur.



Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır (el-Bakara, 2/ 130; en-Nisa, 4/ 127; et-Tevbe, 9/59,120; Meryem, 19/46; el-Enbiyâ, 21/90; el-Kalem, 68/32; el-İnşirah, 94/8).



Terim olarak Regâib, türkçede kandil geceleri dediğimiz mübârek gecelerden biridir. Hicrî takvime göre, yedinci ay olan Receb'in, müslümanlar arasında kutsal kabul edilen ilk cuma gecesidir. Bu gecede Yüce Allah'ın rahmet, bağış ve yardımlarının dağıtıldığına inanılır.



Hz. Muhammed (s.a.s)'in Receb'in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu kandil gecesine mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı kabul edilir. Fakat bu rivâyetlerin de, herhangi bir dayanağı yoktur. Müslümanlar arasında, Regâib gecesinde on iki rekât namaz kılma alışkanlığı, ilk kez on ikinci yüzyılın başlarında görülmüştür. Müslümanlar arasında mübarek sayılan "Regâib" gecesi ibadetle ihya edilir.



Namazın kılınması, fıkıh alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Alimlerin ekseriyeti, aslında böyle bir namazın olmadığı kanaatinde birleşmişlerdir.



On sekizinci asırda, Regâib geceleri tekke ve zaviyelerde gösterişli törenlerle kutlanmaya başlandı. Tasavvuf ehli olan şairler, bu gece için "reğâibiye" adı verilen şiirler yazdılar. Bu şiirlerin bazıları bestelenerek yapılan törenlerde okundu. Diğer kandil gecelerinde olduğu gibi, Regâib kandillerinde de minârelere kandillerin asılması gelenek haline geldi. Halk arasında Regâib gecelerinde ibâdet ve duada bulunma, geceyi kandil simidi ve şekerlemeleri ile kutlama âdeti yerleşti. Bu gibi âdetler, günümüzde de varlığını sürdürmektedir.



Regâib gecelerinde dua etmek, tevbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi kutsal kabul etmek suretiyle çeşitli ibâdetlerle geçirmek, genel olarak alimler arasında kabul görmüştür.



Reğâib Kandili, o beklenen Nebi’nin anne karnında olduğu bir sürece tevafuk eder. Belki de o sürecin ilk mühim merhalesinin kilometre taşıdır. Halk arasında –hakikate muhalif olarak- anne karnına düştüğü gece olarak bilinen Reğâib Kandili, bazı âlimlerce annesi Âmine Hatun’un Peygamberimiz’e hamile olduğunu farkettiği, belirtileri yakaladığı gecedir. Bediüzzaman Hazretleri ise Reğâib gecesinin Zât-ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanı olduğunu; Mi’rac gecesinin de Zât-ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanı olduğunu bildirmektedir. Reğâib’in kudsiyetini vurgularken de, Hazret-i Risalet’in (sas) bir derece bir cihette âlem-i şehadete (ana rahminde dünyaya) Reğâib gecesi teşrif ettiklerini haber vermektedir. (Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.206, 207)



Nureddin TURÇAY

Musa Hub





14 Haziran 2010 Pazartesi

MOZAİK KEK

Bir Söz


Hanzala ibni Rebî´ radıyallahu anh anlatıyor: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem´in yanındaydık, bize öğüt verdi, Cehennemden söz etti. Sonra eve geldim, çocuklarla güldüm, eşimle eğlendim. Daha sonra evden çıktım. Yolda ağlayarak giderken Ebû Bekir´e rastladım: "Neyin var, Hanzala?" diye sordu. "Hanzala münafık oldu" dedim. "Fesübhânallah! Sen ne diyorsun?" "Öyle ya, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem´in yanında bulunuyoruz. Bize Cennet ve Cehennemden bahsediyor; onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz." Bunun üzerine Ebû Bekir, "Vallahi biz de aynı durumdayız. Yürü Resûl-i Ekrem´e gidelim" dedi. Birlikte yola düştük ve Hz. Peygamberin huzuruna girdik. Ben, "Ya Resûlallah! Hanzala münafık oldu" dedim. "Bu ne demek?" buyurdu. Ben, "Ey Allah´ın Elçisi," dedim. "Yanında bulunduğumuzda bize Cennet ve Cehennemden bahsediyorsun; biz de onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, bunların çoğunu unutuyoruz." Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Canımı kudretiyle elinde tutan Allah´a yemin ederim, eğer siz, benim yanımda bulunduğunuz hâli devam ettirip hep zikirle meşgul olsaydınız, melekler, yattığınız yataklarda, yürüdüğünüz yollarda sizinle tokalaşırdı. Fakat, ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir saatinizi dünya işlerine ayırınız." Resûl-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.

[Müslim, Tevbe 12-13; Tirmizî, Kıyâmet 59; İbni Mâce, Zühd 28. ]








"Yemek Etkinliği 4# Pasta ve Kekler " Etkinliği için Papatya68 arkadaşımıza gönderiyor, bol tarifli bir etkinlik diliyorum.




MALZEMELER

4 YUMURTA
1.5 SU BARDAĞI ŞEKER
YARIM  SU BARDAĞU SÜT
YARIM SU BARDAĞI SIVI YAĞ
2 YEMEK KAŞIĞI KAKAO
1 PAKET KABARTMA TOZU
1 PAKEY VANİLYA
YARIM PORTAKALIN KABUĞU
YARIM SU BARDAĞI DÖVÜLMÜŞ FINDIK
2 SU BARDAĞI UN

HAZIRLANIŞI

YUMURTA VE ŞEKER İYİCE ÇIRPILIR
SÜT YAĞ EKLENİR ÇIRPILIR.
UN KABARTMA TOZU VANİLYA FINDIK MİNİK DOĞRANMIŞ PORTAKAL KABUĞU ELENEREK KARIŞTIRILIR.
SIVI KARIŞIMA EKLENİR
1 SU BARDAĞINA YAKIN KEK HAMURUNUN İÇİNE KAKAO EKLENİP KARIŞTIRILIR.
YAĞLANMIŞ FIRIN KABININ İÇİNE SADE KEK KARIŞIMI DÖKÜLÜR.
ÜZERİNE KAKAOLU KARIŞIM ARA ARA DÖKÜLÜR.SONRA ÇATALLA KAKAOLU KARIŞIM HAFİFÇE KARIŞTIRILIR.
170 DERECEDE 25 30 DK KÜRDAN TEMİZ ÇIKANA KADAR PİŞİRİLİR.
AFİYETLE YENİR..




ÜÇAYLARIMIZ HAYIRLI OLSUN....










9 Haziran 2010 Çarşamba

NİŞASTA KURABİYESİ



NEBİ:(s.a.v)


“Şüphesiz ki Sözde ve İşde doğruLuk hayra ve üstün iyiLiğe yöneLtir..

İyiLik de Cennete iLetir..

Kişi doğru söyLeye söyLeye ALLah katında Sıddîk (doğrucu) diye kaydediLir..

YaLancıLık, yoLdan çıkmaya (fücûr) sürükLer..

...Fücûr da Cehenneme götürür..

Kişi yaLancıLığı mesLek edinince ALLah katında çOk yaLancı (kezzâb) diye yazıLır..



MALZEMELER
2 YUMURTA
200 GR TEREYAĞ
1.5 SU BARDAĞI PUDRA ŞEKERİ
300 GR NİŞASTA
1 PAKET KABARTMA TOZU VANİLYA
ALDIĞI KADAR UN

ÜZERİ İÇİN
ANTEP FISTIĞI


 yumuşamış yağ ve şekeri mikserle  çırpın. Yumurtaları ekleyip karıştırın.
Sonra diğer malzemeleri ilave edip aldığı kadarda un ilave edip yumuşak bir hamur yapın
ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp yuvarlayın.
ortasına fındık fıstık vs batırın.
200 derece de üzeri beyaz kalacak şekilde pişirin.
afiyet olsun..

4 Haziran 2010 Cuma

Esmâ-Ül Hüsnâ, Allah'ın güzel isimleri demektir. Bir âyet-i kerîmede: "En güzel isimler O'nundur (Allah'ındır)" (el-Haşr, 24) buyurulmaktadır.







H A Y I R L I    C U M A L A R!!!!!!!!!!

Ey yaratıp düzene koyan,


Ey takdir edip hedefe götüren,

Ey belayı kaldıran,

Ey gizli yakarışı işiten,

Ey batmışı kurtaran,

Ey helak olana necat veren,

Ey hastaya şifa veren,

Ey öldüren ve dirilten,

Ey güldüren ve ağlatan,

Ey saptıran ve hidayete erdiren,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin,

Senden başka İlah yok ki bize imdat etsin.

el aman el aman
. Bizi cehennem azabından muhafaza eyle
 
----o--
ALLAH
Bu ism-i şerif, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlâhî sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi mânalarına delâlet ederler. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz.
Bu isim, Allah'tan başkasına ne hakikaten ve ne de mecazen verilemez. Diğer isimlerin ise, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesinde bir mahzur yoktur. İnsanlara Kadir, Celâl ismini vermek gibi. Yalnız bu isimlerin başına, insanlara izafe edildiklerinde, "kul" mânâsına gelen "abd" kelimesinin ilâvesi güzeldir. Abdülkadir ismi gibi...

----o----
er-RAHMÂN
Ezel'de bütün yaradılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran;
Sevdiğini, sevmediğini ayırdetmiyerek bütün mahlûkatını sayısız nimetlere garkeden...
Hayatları için lüzumlu olan bütün rızıkları veren...


----o----
er-RAHÎM
Pek ziyade merhamet edici;
Verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı...
Rahmân ism-i şerîfinden Allah Teâlâ'nın ezelde bütün mahlûkatı için hayır ve rahmet irade buyurduğu anlaşılır. Rahîm ism-i şerîfi ise, mahlûkatı arasında irade sahipleri, hususan mü'minler için rahmet-i İlâhiyyenin tecellisini ifade eder.


----o----
el-MELİK
Bütün mahlûkatın hakikî sâhibi ve mutlak hükümdârı...
Allah'ın, ne zâtında ve ne de sıfatında hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis herşey zâtında, sıfâtında, varlığında ve varlığının devamında O'na muhtaçtır. Bütün kâinatın hakikî sâhibi, mutlak hükümdârıdır.


----o----
el-KUDDÛS
Hatâdan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten çok uzak ve pek temiz...
Allah, hissin idrâk ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin tahayyül ettiği, fikrin tasarladığı her vasıftan münezzeh ve müberradır. O hatâdan, gafletten, acizden ve her türlü eksiklikten çok uzak ve pek temiz olandır. Bu bakımdan her türlü takdîse lâyıktır.
İnsan su'-i ihtiyârı karışmadığı müddetçe kâinatta fıtrî olarak bulunan umumî temizlik hakikatı da, Cenâb-ı Hakk'ın KUDDÛS isminin tecellîsidir.


----o----
es-SELÂM
Her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan;
Her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran;
Cennet'teki bahtiyar kullarına selâm eden...
Bu ism-i şerif, Kuddûs ismi ile yakın bir mânâ ifade etmekte ise de Selâm ismi, daha ziyade istikbale aittir. Yani, Cenâb-ı Hakk'ın gerek zâtı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tegayyüre, bir değişikliğe, bir za'fa uğramaktan münezzehtir. O, ezelde nasılsa ebedde de öyledir.


----o----
el-MÜ'MİN
Gönüllerde îman ışığı yakan, uyandıran;
Kendine sığınanlara aman verip onları koruyan, rahatlandıran...
Allah Teâlâ, kalblere îman ve hidâyet bağışlayarak oralardan şübhe ve tereddüdleri kaldırmıştır.
Kendine sığınanlara aman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır.


----o----
el-MÜHEYMİN
Gözetici ve koruyucu...
Allah, yarattığı mahlûkatının amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O'dur. Hiçbir zerre, hiçbir lâhza, Onun bu lûtuf ve âtıfetinden boş değildir.


----o----
el-AZÎZ
Mağlûb edilmesi mümkün olmayan galib.
Bu ism-i şerîf, kuvvet ve galebe mânâsına gelen İZZET kökünden gelir. Allah Teâlâ mutlak sûrette kuvvet ve galebe sâhibidir.
İzzet sıfatı, Kur'an'da birçok yerlerde azab âyetleri bahsinde gelmiştir. Fakat bu ism-i şerîfin yine birçok defa Hakîm ism-i şerîfi ile birleştiği görülür. Bunun mânası: Allah Teâlâ'nın kudreti galibdir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını te'hir eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandırmakta acele etmez, demektir.


----o----
el-CEBBÂR
Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan;
Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan...
Bu ism-i şerif cebir maddesindendir. Cebir, "kırık kemiği sarıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek" mânasına geldiği gibi, "icbar etmek", yani, "zorla iş gördürmek" mânasına da gelir.
Bu mânaya göre Allah Teâlâ Cebbâr'dır. Yani, kırılanları onarır, eksikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna kor.
Cebbâr'ın ikinci mânasına göre de; Allah Teâlâ kâinatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini yaptırmağa muktedirdir. Hüküm ve iradesine karşı gelinmek ihtimali yoktur.


----o----
el-MÜTEKEBBİR
Her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren...
Büyüklük ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur, varlığı ile yokluğu Allah'ın bir tek emrine ve iradesine bağlı bulunan kâinattan hiçbir mevcut, bu sıfatı takınamaz.


----o----
el-HÂLIK
Herşey'in varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri,
hâdiseleri tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan vâr eden...
Bu ism-i şerîfin mânasında iki husus vardır:
1. Bir şey'in nasıl olacağını tayin ve takdir etmek,
2. O takdire uygun olarak o şey'i îcad etmek.


----o----
el-BÂRİ'
Eşyayı ve her şey'in âzâ ve cihazlarını birbirine uygun bir halde yaratan...
Her şey'in vücudu mütenasib, yani, âzası, hayat cihazları ve aslî unsurları keyfiyet ve kemmiyet bakımından birbirine münasib olarak yaratıldığı gibi, hizmeti ve faydası da umumî âhenge uygun yaratılmıştır.


----o----
el-MUSAVVİR
Tasvîr eden, herşey'e bir şekil ve hususiyet veren...
Allah Teâlâ herşey'e bir sûret, bir özellik vermiştir. Herşey'in kendisine göre şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez.
Meselâ: İnsanlar arasında tamamiyle birbirinin aynı iki insan yoktur.
Bundan daha garibi, parmak uçlarındaki çizgilerdir. Bu çizgiler, insanların sayısı kadar değişik gidiyor ve hiçbiri ötekine uymuyor. Şu halde insanın hiç taklit olunamayacak imzası, bastığı parmak izidir.
İşte bunlar, Allah Teâlâ'nın MUSAVVİR isminin tecellîleridir.


----o----
el-ĞAFFÂR
Mağfireti pek bol olan...
Gafr, örtmek ve sıyânet etmek (korumak) mânâsınadır. Allah mü'minlerin günahlarını örter. Dilediği kullarını da günahlardan sıyânet eder, korur. Bu, onlar için en büyük nimetlerden biridir.


----o----
el-KAHHÂR
Herşey'e, her istediğini yapacak surette galib ve hâkim...
Kahr, bir şey'e, onu hor ve hakîr kılacak veya mahv ve helâk edebilecek sûrette galib olmaktır. Allah Teâlâ Kahhâr'dır, her vechile üstün ve daima galibdir. Kuvvet ve kudretiyle her şey'i içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun bu ihâtasından dışarı çıkamaz. Ona karşı herşey'in boynu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanamaz. Kahr ile nice azıp sapmış ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.


----o----
el-VEHHÂB
Çeşit çeşit nimetleri devamlı bağışlayıp duran...
Vehhâb kelimesi hibe kökünden gelmektedir. Hibe, "herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak" mânasınadır. Vehhâb ise, "Her zaman, her yerde ve her şey'i çok çok ve bol bol veren ve karşılık beklemeyen" demektir.


----o----
er-REZZÂK
Yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsân eden...
Rızık, Allah Teâlâ'nın bilhassa yaşayan mahlûkatına faydalanmalarını nasib ettiği her şeydir. Rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan herşey'e rızık denir.
Maddî rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevher, çoluk-çocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi, mal-mülk, servet v.s. gibi şeylerdir.
Mânevî rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta îman olmak üzere insanın mânevî hayatına ait bütün duygular ve o duyguların ihtiyacı olan şeyler, hep mânevî rızıktır.


----o----
el-FETTÂH
Her türlü müşkilleri açan ve kolaylaştıran...
Fettâh kelimesi, feth'den gelmektedir. Feth ise, "kapalı olan şey'i açmak" mânasınadır.
Kapalı bir şey'i açmak:
a. Maddî olur; bir kapıyı, bir kilidi açmak gibi.
b. Mânevî olur; kalbden tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi.
Bitkilerin çiçek açması, tohum ve çekirdeklerin sünbül vermesi, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettâh ism-i şerifinin tecellîsindendir.


----o----
el-ALÎM
Her şey'i çok iyi bilen...
Allah, her şey'i tam mânasıyla bilir. Her şey'in, içini, dışını, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını, bitimini çok iyi bilendir O. Olmuşları bildiği gibi, olacakları da aynı şekilde bilir. Onun için, olmuş - olacak, gizli - açık söz konusu değildir. Bunlar, insanlar hakkında geçerli olan mefhumlardır. İnsanların bilmesi nisbî ve ârızîdir. Allah'ın bilmesi ise, - bütün isim ve sıfatlarında olduğu gibi - zâtî'dir. Onun için O'nun bilmesinde dereceler bulunmaz.


----o----
el-KÂBID
Sıkan, daraltan...


----o----
el-BÂSIT
Açan, genişleten...
Bütün varlıklar Allah Teâlâ'nın kudret kabzasındadır. İstediği kulundan, ihsân ettiği servet ve sâmânı, evlâd ve iyâli, yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur, yahut evlâd acısına boğulur, yahut iç sıkıntısına, ıstırap ve huzursuzluk içine düşer.
İşte bu haller, Kâbıd isminin tecellileridir.
Allah, istediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neş'e verir, rızık bolluğu verir, bu da Bâsıt isminin tecelliyatıdır.


----o----
el-HÂFID
Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan...
Allah Teâlâ, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sâhibi iken, rezîl ve rüsvây eder ve bu muamelesi çok defa, kendisini tanımıyan, emirlerini dinlemeyen âsiler, başkalarını beğenmiyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanımayan zâlim zorbalar hakkında tecellî eder.


----o----
er-RÂFİ'
Yukarı kaldıran, yükselten...
Allah Teâlâ, istediği kulunu indirdiği gibi, istediği kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bâzı gönülleri îman ve irfan ışığı ile parlatır, yüksek hakikatlardan haberdâr eder.
Allah'ın yükselttiği insanlar, çok defa melek huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini tamamlayan; onlara malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden nâzik, kibar insanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da bu nimeti kendilerinden almaz.


----o----
el-MU'IZZ
İzzet veren, ağırlayan...


----o----
el-MÜZİLL
Zillete düşüren, hor ve hakîr eden...
İzzet ve zillet, birbirine zıd mânalardır. İzzet kelimesinde "şeref ve haysiyet", Zillet kelimesinde ise "alçaklık" mânası vardır.
Bunlar hep Allah Teâlâ'nın, mahlûkatı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir.


----o----
es-SEMİ'
İyi işiten...
Allah Teâlâ işitir. Kalblerimizdeki sözleri ve işitilmek şânından olan her şey'i işitir. Mesafeler, onun işitmesine perde olamaz. Birini işitmesi, ötekilerini işitmesine mâni olmaz. Her hâdiseyi aynı derece açık olarak işitir.


----o----
el-BASÎR
İyi gören...
Allah Teâlâ herkesin gizli açık yaptığını ve yapacağını görüp durmaktadır. Karanlıklar O'nun görmesine mâni olamaz. Karanlık gibi, yakınlık - uzaklık, büyüklük - küçüklük gibi insanların görmelerine engel olan şeyler de O'nun görmesine mâni olmaz.


----o----
el-HAKEM
Hükmeden, hakkı yerine getiren...
Allah Teâlâ Hâkim'dir, her şey'in hükmünü O verir ve hükmünü eksiksiz icra eder. Hâkimlerin hâkimliğine, hükümdarların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O'dur. O'nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi, O'nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak hiçbir kuvvet, hiçbir hükûmet, hiçbir makam da yoktur.


----o----
el-ADL
Tam adâletli...
Adalet, zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde; incitme, can yakma mânası vardır. Zulmetmiyerek herkese hakkını vermek ve her şey'i akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yapmak da adalet demektir.
Allah Teâlâ Âdil'dir. Zâlimleri sevmez. Zâlimlerle düşüp kalkanları ve hattâ sadece uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez.


----o----
el-LÂTÎF
En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri yapan;
İnce ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran...
Allah Teâlâ Lâtîf'dir. En ince şeyleri bilir. Çünkü onları yaratan O'dur. Nasıl yapıldığı bilinmiyen, gizli olan en ince şeyleri yapar.


----o----
el-HABÎR
Her şey'in iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan...
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün eşya ve hâdiselerden Allah haberdardır. Onun haberi olmadan hiçbir hâdise cereyan etmez.


----o----
el-HALÎM
Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı olmayana halîm denmez. Halîm, kudreti yettiği halde, bir hikmete binaen cezalandırmayana denir.
Allah Teâlâ Halîm'dir. Her günah işleyeni hemen cezalandırmaz. Hışım ve gazabda acele etmez, mühlet verir. Bu mühlet içinde yaptıklarına pişman olup tevbe edenleri afveder. Israr edenler hakkında, hüküm artık kendisine kalmıştır.


----o----
el-AZÎM
Bütün büyüklüklerin sâhibi...
Azamet, büyüklük mânasınadır. Hakikî büyüklük Allah'a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük, ancak O'nundur ve herşey O'nun büyüklüğüne şâhiddir. Bu sıfatta da Allah'a herhangi bir denk bulunması muhaldir.


----o----
el-ĞAFÛR
Mağfireti çok...
Allah Teâlâ'nın mağfireti çoktur. Bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok olursa olsun onları örter, meydana çıkarıp da sâhibini rezîl etmez.
Kusurları insanların gözünden gizlediği gibi, melekût âlemi sâkinlerinin gözünden de gizler. İnsanların görmediği bâzı şeyleri melekût âlemi sâkinleri görürler. Gafûr ism-i şerîfi, kusurların onların gözünden de gizlenmesini ifade eder.


----o----
eş-ŞEKÛR
Kendi rızâsı için yapılan iyi işleri, daha ziyadesiyle karşılayan...
Şükür, iyiliği, iyilikle karşılamak demektir. Şükür, Allah Teâlâ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifesidir.
Şekûr ise, az tâat karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında âhiret âleminde sonsuz nimetler lûtfeden demektir. Bu mânaya Allah'dan başka hakikî sâhip yoktur.


----o----
el-ALİYY
Her hususta, herşeyden yüce olan...
Allah Teâlâ yücedir, yüksektir.
Yüksekliğin hakikî mânası şudur:
1. Allah'tan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsızdır.
2. Bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı yoktur.
3. Şânına yaraşmayan her şeyden uzaktır.
4. Kudrette, bilgide, hükümde, iradede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstündür. Şu halde Aliyy, her şey kendisinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olan Zât demektir.


----o----
el-KEBÎR
Büyüklükte kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen...
Allah Teâlâ kibriyâ sâhibidir. Kibriyâ, zâtın kemâli demektir. Her bakımdan büyük, varlığının kemâline hudut yoktur. Bütün büyüklükler O'na mahsustur.


----o----
el-HAFÎZ
Yapılan işleri bütün tafsilâtıyla tutan, her şey'i belli vaktine kadar âfât ve belâlardan saklıyan...
Hıfz, korumak, demektir. Bu koruma iki şekilde olur.
Birincisi, varlıkların devamını sağlamak, muhafaza etmektir.
İkincisi, birbirlerine zıd olan şeylerin, yekdiğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır.
Allah her mahlûkuna, kendine zararlı olan şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu Hafîz ism-i şerîfinin tecelliyatındandır. Bir hayvan kimyevî tahlil raporuna muhtaç olmadan kendine zararlı otları bilir ve onları yemez. Kulların amellerinin yazılması, zâyi olmaktan korunması da Hafîz isminin iktizasıdır. Bu bakımdan âhirette yeniden dirilme ve yaptıklarından hesaba çekilme ile Hafîz isminin yakından alâkası vardır.


----o----
el-MUKÎT
Her yaratılmışın azığını ve gıdasını tayin eden, azıkları beden ve kalblere gönderen...
Bu mânaya göre Mukît, Rezzak mânasınadır. Yalnız Mukît, Rezzâk'tan daha hususîdir. Rezzak, azık olanı da olmayanı da içine alır.


----o----
el-HASÎB
Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilât ve teferruatiyle hesabını iyi bilen;
Her şey'e ve herkese her ihtiyacı için kâfi gelen...
Allah Teâlâ, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar ve kemmiyet varsa hepsinin neticelerini hiçbir ameliyeye (işleme) muhtaç olmadan doğrudan doğruya ve apaçık bilir.
Allah Teâlâ, herkese her ihtiyacı için kâfidir. Bu kifâyet, O'nun varlığının devam ve kemâlini gösterir.


----o----
el-CELÎL
Celâdet, ululuk ve heybet sâhibi, celâl sıfatları ile muttasıf...
Celâdet ve ululuk, Allah'a mahsustur. Onun zâtı da büyük, sıfatları da büyüktür. Fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim veya yaşlılık itibarı ile değildir. Zamanla ölçülmez, mekânlara sığmaz.


----o----
el-KERÎM
Keremi, lütuf ve ihsânı bol...
Allah vaad ettiği zaman sözünü yerine getirir, verdiği zaman son derece bol verir, muktedirken afveder.


----o----
er-RAKÎB
Bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan...
Bir şey'i koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana rakîb derler; bu da bilgi ve muhafaza ile olur.
Allah Teâlâ, bütün varlıkları her lâhza gözetip duran bir şâhid, bir nâzırdır. Hiçbir şey'i kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir.

----o----
el-MÜCÎB
Kendine dua edip yalvaranların isteklerini işitip cevab veren, onları cevabsız bırakmayan...
Burada bir hususu iyi bilmek gerekir: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Âyet-i kerîmede, Allah tarafından her duaya cevab verileceği va'dedilmiştir. Fakat kabûl edileceği va'dedilmemiştir. Zira kabûl edip etmemek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine bağlıdır. Hikmeti iktiza ederse istenenin aynını, aynı zamanda kabûl eder. Dilerse istenenin daha iyisini verir. Dilerse o duâyı âhiret için kabûl eder, dünyada neticesi görülmez. Dilerse de kulun menfaatine uygun olmadığı için hiç kabûl etmez.

----o----
el-VÂSİ'
Geniş ve müsaadekâr...
Allah'ın ilmi, rahmeti, kudreti, afv ve mağfireti geniştir ve her şey'i kaplamıştır. Allah'ın ilminden hiçbir şey gizlenemez, ikram ve ihsanına bir nihayet yoktur.


----o----
el-HAKÎM
Bütün işleri hikmetli...
Allah Hakîm'dir. Faydasız, boş ve tesadüfî bir işi yoktur. Her emir ve filinin her yönüyle sonsuz fayda ve maslahatları vardır. Her yarattığı mahlûk, her yaptığı iş bütün kâinat nizamı ile alâkalıdır. Kâinatın umumî nizamı ile tenâkuz teşkil eden hiçbir hâdise, bir mahlûk, bir iş yoktur.


----o----
el-VEDÛD
İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya biricik lâyık olan...
Vedûd'un iki mânası vardır: 1. Seven, 2. Sevilen.
Allah Teâlâ, kullarını çok sever, onları lütuf ve ihsanına garkeder. Sevilmeye lâyık ve müstehak olan da ancak O'dur.


----o----
el-MECÎD
Zâtı şerefli, ef'âli güzel olan, her türlü övgüye lâyık bulunan...
Bu ism-i şerîfin mânasında iki mühim unsur vardır:
Biri: Azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz olmak.
İkincisi: Yüksek huylarından, güzel işlerinden dolayı övülüp sevilmek...


----o----
el-BÂİS
Ölüleri diriltip kabirlerinden kaldıran; gönüllerde saklı olanları meydana çıkaran...
Allah Teâlâ insanları, onlar ölüp toprak olduktan sonra âhiret günü dirilterek kabirlerinden kaldıracak ve ruhları ile cesedleri birlikte olarak hesaplarını görecek, sonra da yine ruh ve cesedleri birlikte olarak mükâfat veya cezalarını verecektir.


----o----
eş-ŞEHÎD
Her zamanda hâdiselerin dış yüzünü bilen ve her yerde hâzır ve nâzır olan...
Allah, mutlak surette herşey'i bilmesi bakımından Alîm'dir. Hâdiselerin esrarını, iç yüzünü bilmesi yönünden Habîr'dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de Şehîd'dir.


----o----
el-HAKK
Varlığı hiç değişmeden duran...
Hakk, varlığı hakikî bulunan zâtın ismidir. Yani, varlığı daima sâbittir. Allah Teâlâ'nın zâtı, yokluğu kabûl etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabûl etmez. Hakikaten vâr olan yalnız Allah'tır.


----o----
el-VEKÎL
Usûlüne uygun şekilde, kendisine tevdi edilen işleri en güzel şekilde neticelendiren...
Kendisine iş ısmarlanan zâta vekîl denir. Allah Teâlâ en güzel ve en mükemmel vekîl'dir. İşlerin hepsini tedvîr, tedbîr ve idare eden O'dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekîle muhtaç değildir. Allah Teâlâ, kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştırır.


----o----
el-KAVİYY
Çok kuvvetli...


----o----
el-METÎN
Çok sağlam...
Kuvvet, tam bir kudrete delâlet eder. Metânet ise, kuvvetin şiddetini ifade eder.
Allah'ın kuvveti de öteki sıfat ve isimleri gibi nâ-mütenâhîdir, tükenmez, gevşemez, hudut içine sığmaz, ölçüye gelmez. Allah'ın kudreti bahsinde zorluk - kolaylık söz konusu değildir. Bir yaprağı yaratmakla kâinatı yaratmak birdir.
Allah Teâlâ tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından, Kaviyy, gücünün çok şiddetli olması bakımından Metîn'dir.


----o----
el-VELİYY
İyi kullarına dost olan, yardım eden...
Allah, sevdiği kullarının dostudur. Onlara yardım eder. Sıkıntılarını, darlıklarını kaldırır, ferahlık verir. İyi işlere muvaffak kılar. Her çeşit karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır. Artık onlara korku ve hüzün yoktur. Herkesin korktuğu zaman, onlar korkmazlar.


----o----
el-HAMÎD
Ancak kendisine hamd ü senâ olunan, bütün varlığın diliyle biricik övülen, medhedilen...
Hamd; ihsan sâhibi büyüğü övmek, tâzim fikri ve teşekkür kasdiyle
medh ü senâ etmektir.
Her mevcûd, hâl diliyle olsun, kâl diliyle olsun, Allah Teâlâ'yı tesbih ve takdîs etmektedir. Bütün hamd ü senâlar O'na mahsustur. Hamd ve şükürle kendisine tâzim ve ibâdet olunacak veliyy-i nimet ancak O'dur.


----o----
el-MUHSÎ
Herşey'in sayısını bir bir bilen...
İlmi herşey'i ihâta eden ve herşey'in miktarını bilip eksiksiz tastamam sayabilen Allah'dır.
Allah Teâlâ, herşey'i olduğu gibi görür ve bilir, yani, bütün mevcûdatı toptan bir yığın hâlinde birbirinden seçilmez karışık bir şekilde değil; cinslerini, nev'ilerini, sınıflarını, ferdlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görür ve bilir.


----o----
el-MÜBDİ'
Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan...
Mübdi, bir mânada îcad demektir. Muîd ism-i şerîfi de îcad mânasına gelir. İcadın bir benzeri daha evvel yaratılmış, meydana getirilmiş ise, iâde; değilse, yani, benzeri, maddesi olmayan yeni bir şey ise ibdâ denir.


----o----
el-MUÎD
Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan...
Herşey mukadder olan ömrünü tamamlayıp öldükten sonra, Allah'tan başka kimse kalmaz, fakat varken yok olan bu insanları âhiret günü Allah Teâlâ diriltip yeniden hayatlandırır, yeniden yaratır. Sonra da dünya hayatlarında yaptıkları işlerden hesaba çeker.


----o----
el-MUHYÎ
Hayat veren, can bağışlayan, sağlık veren...
Allah Teâlâ, cansız maddelere hayat ve can verir.
Her gün, her saat, her saniye yeryüzünde milyonlarca varlık hayat bulup dünyaya gelmektedir. Bütün bunlar, Allah'ın emr ü fermaniyle, yaratmasıyle ve müsaadesiyle olmaktadır. Allah yoğu var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırabilir. Buna ihyâ, yani, diriltme denir. Hayatı hiç yoktan veren zâtın, ölülere yeniden hayat verip diriltmesi elbette son derece kolaydır.


----o----
el-MÜMÎT
Canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan...
Allah, yarattığı her canlıya muayyen bir ömür takdîr etmiştir. Canlı varlıklar için ölüm mukadder ve muhakkaktır. Hayatı yaratan Allah olduğu gibi, ölümü yaratan da yine O'dur.
Ancak bu ölüm, yok oluş, hiçliğe gidiş değil, bil'akis fâni hayattan bâkî hayat geçiştir.


----o----
el-HAYY
Diri; her şey'i bilen ve her şey'e gücü yeten...
Hayy, diri demektir, bunun zıddına meyyit denir ki, ölü mânasına gelir.
Allah Teâlâ ölmez, daima hâzır ve nâzırdır. Yaşayan mahlûkatın hayatını veren de O'dur. O olmasaydı hayattan eser olmazdı. O daima fenâdan, zevalden, hatâdan münezzehtir. Her an Alîm, her an Habîr, her an Kadîr'dir.


----o----
el-KAYYÛM
Gökleri, yeri, her şey'i ayakta tutan...
Kayyûm, kâim'in mübalâğasıdır. "Her şey üzerinde kâim" demektir. Bunun mânası "Bir şey'in kıyâmı, yani, bir varlık sâhibi olarak durabilmesi neye bağlı ise, onu veren" demektir.
Allah Teâlâ, her şey'in mukadder olan vaktine kadar durması için sebeblerini ihsân etmiştir. Onun için herşey Hak ile kâimdir.


----o----
el-VÂCİD
Hiçbir şey'e ihtiyacı olmayan; istediğini, istediği vakit bulan. Kendisi için lüzumlu olan şeylerin hiç birinden mahrum olmayan...
Ulûhiyet sıfatları ve bunların kemâli hususunda kendisine gerekli olan herbir şey, şânı yüce olan Allah'ın zâtında mevcuddur.


----o----
el-MÂCİD
Kadr ü şânı büyük, kerem ve semâhati bol...
Allah Teâlâ'nın kendisiyle âşinalığı olan kullarına kerem ve semâhati ifadeye sığmaz, ölçüye gelmez. Meselâ: Onları temiz ahlâk sâhibi olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılar da, sonra yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları över, sitayişlerde bulunur. Kusurlarını afveder, kötülüklerini mahveder.


----o----
el-VÂHİD
Tek...
Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla
şerîki (ortağı) veya nazîri (benzeri) ve dengi bulunmayan...


----o----
es-SAMED
Hâcetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci', ihtiyaç ve dileklerde kendisine müracaat edilen, arzu ve bütün istekler kendisine sunulan...
Allah Teâlâ, her dileğin biricik merciidir. Yerde, gökte bütün hâcet sâhipleri yüzlerini O'na döndürmekte, gönüllerini O'na bağlamakta, el açarak yalvarmalarını O'na arzetmektedirler. Buna lâyık olan da yalnız O'dur.


----o----
el-KÂDİR
İstediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten...
Allah Teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yaratmıştır. Gök boşluğunun ölçülmesi mümkün olmayan genişliği içinde, akıllara hayret ve dehşet verecek derecede birbirlerine uzak mesafelerde milyarlarca güneşleri yandırmak... Fezalarda, sayısı belirsiz âlemleri birbirine çarpmadan koşturmak... Bir damla suyun içinde, birbirine temas etmeden hesapsız hayvanatı yüzdürmek Kâdir isminin tecelliyatındandır.


----o----
el-MUKTEDİR
Kuvvet ve kudret sâhipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden...
Allah Teâlâ her şey'e karşı mutlak ve ekmel surette Kâdirdir. Her şey'e kâdir olduğu içindir ki, dilediği şey'i yaratır ve isterse onda dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.


----o----
el-MUKADDİM
İstediğini ileri geçiren, öne alan...
Allah Teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Fakat, ancak seçtiklerini ileri almıştır. İnsanların bâzısını dince, dünyaca bâzısı üzerine derece derece yükseltmiştir. Fakat bu yükseltme ve seçme, kulların kendi amelleri ile ona lâyık olmaları neticesinde olmuştur.


----o----
el-MUAHHİR
İstediğini geri koyan, arkaya bırakan...
Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi, bâzan da kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda semerelendirmez, maksadlarını arkaya bırakır. Bunda birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetleri araştırmalı, sezmeğe çalışmalıdır.


----o----
el-EVVEL
Her varlıktan mukaddem olan, başlangıcı olmayan...
Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Onun için Ona EVVEL demek, "ikincisi var" demek değildir. "Sâbık'ı, yani, kendisinden evvel bir varlık sâhibi yok" demektir.


----o----
el-ÂHİR
Sonu olmayan...
Herşey biter, helâk ve fenaya gider, ancak O kalır. Varlığının sonu yoktur. Evveliyetine bidayet olmadığı gibi, âhiriyetine nihayet yoktur. Onun için Ona "Âhir" demek, "Bir sâbık'ı yani, kendisinden evvel bir varlık sâhibi var" demek değildir. "Bir lâhıkı yok" demektir.


----o----
ez-ZÂHİR
Âşikâr olan, kat'î delillerle bilinen...
Allah Teâlâ'nın varlığı herşeyden âşikârdır. Gözümüzün gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her nağme, elimizin tuttuğu, dilimizin tattığı her şey, fikirlerimizin üzerine çalıştığı her mâna, hâsılı, gerek içimizde, gerek dışımızda şimdiye kadar anlayıp sezebildiğimiz her şey O'nun varlığına, birliğine, kemal sıfatlarına şâhiddir.


----o----
el-BÂTIN
Gizli olan; duyu organları ile idrâk edilemeyen...
Allah Teâlâ'nın varlığı hem âşikardır, hem gizlidir.
Âşikârdır, çünkü varlığını bildiren delil ve nişanları gözsüzler bile görmüş ve bu hakikatler hakikatı yüce varlığa, eşyanın umumî şehadetini sağırlar bile işitmiştir.
Gizlidir. Çünkü biz Onu künhüyle bilemeyiz. Amma varlığını kat'î surette biliriz.


----o----
el-VÂLÎ
Mahlûkatın işlerini yoluna koyan;
Bu muazzam kâinatı ve her an biten hâdisatı tek başına tedbîr ve idare eden...
Allah Teâlâ bütün varlığı idare eden, biricik ve en büyük vâlidir. Diğer vâliler ve hükümdarların idaresi, O'nun izni ve müsaadesi iledir. Ve onların velâyet ve idaresi, son derece nâkıstır.
Allah'ın velâyet ve tedbiri ise sınırsız, gerçek ve hakikîdir. Her şey emri ve iradesi altındadır. Herşey'i bilir. Ondan habersiz mülkünde hiçbir
şey cereyan etmez. Âdile mükâfatını, zâlime cezasını eksiksiz verir... Sebebler, O'nun icraat ve idaresinde yardımcı değil, sadece izzet ve haşmetini gösteren birer perdedirler. Hakikî te'sir, O'nun kudretindendir.


----o----
el-MÜTEÂLÎ
Yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce ve pek münezzeh...
Meselâ, bir zengin hakkında, "Bu adam yarın fakir düşebilir", denebilir ve adam da zenginken fakir olabilir. Fakat Allah Teâlâ hakkında, bu gibi ihtimallerin düşünülmesi mümkün değildir. O, her türlü noksanlık, eksiklik, zaaf, âcizlik, hatâ ve kusurdan münezzehtir. İsteyenler çoğaldıkça ihsanı artar, herkese hikmet ve iradesine göre verir. Verdikçe hazîneleri tükenmez...


----o----
el-BERR
Kulları hakkında kolaylık isteyen; iyilik ve bahşişi çok olan...
Allah Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülükleri bağışlar, örter. Bir iyiliğe en az 10 mükâfat verir. Kul gönlünden iyi bir şey geçirmişse, onu yapmamış olsa bile, yapmış gibi kabûl edip mükâfat verir. Aksine kötülükleri ise yapmadıkça cezalandırmaz.


----o----
et-TEVVÂB
Tevbeleri kabûl edip, günahları bağışlayan...
Bu ism-i şerîf, tevbe'nin mübalâğa sîgasıdır. Tevbenin asıl mânâsı dönmektir. Kulun isyan yolundan dönmesi demektir.


----o----
el-MÜNTEKIM
Suçluları, adaleti ile müstehak oldukları cezaya çarptıran...
Allah Teâlâ'nın intikamı vardır. Âsîlerin belini kıran, cânilerin hakkından gelen, taşkınlık yapan azgınlara hadlerini bildiren şübhesiz ki O'dur.


----o----
el-AFÜVV
Afvı çok...
Allah Teâlâ, günahları silen, onları hiç yokmuş gibi kabûl edendir.
Bu mânaya göre bu isim, Gafûr ismine yakındır. Ancak arada şu fark vardır: Gufran: Günahları örtüvermek demektir. Afv ise, günahları kökünden kazımaktır. Günahları kökünden kazımak, o şey'i örtmekten daha iyidir.


----o----
er-RAÛF
Çok re'fet ve şefkat sâhibi...
Mahlûkat içinde bilhassa insanlar için, Allah'ın inâyeti, kerem ve re'feti hiçbir ölçüye ve ifadeye sığmayacak kadar geniş ve büyüktür.


----o----
MÂLİKÜ'L-MÜLK
Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O'nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.


----o----
ZÜ'L-CELÂLİ ve'l-İKRÂM
Hem büyüklük sâhibi, hem fazl-ı kerem...
Celâl; büyüklük, ululuk mânasınadır. Büyüklük alâmeti olan ne kadar kemâlât varsa hepsi Allah'a mahsustur. Mahlûkattaki kemâlât, O'nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.
Allah Teâlâ aynı zamanda büyük bir fazl-ı kerem sâhibidir de... Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, sınır kabûl etmez nimetler hep O'nun ihsanı ve ikrâmıdır. O nimetlerin zerresinde olsun hiç kimsenin hakkı yoktur.


----o----
el-MUKSİT
Bütün işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan.
Mazlûma acıyıp zâlimin elinden kurtaran.
Allah Teâlâ en üstün bir adalet ve merhametin sâhibidir. Her işi birbirine denk ve lâyıktır. Zerre kadar da olsa haksızlığı tervic etmez. Kullarına muamelesi merhamet ve adalet üzeredir. Yapılmış olan hiçbir iyiliğin zerresini bile karşılıksız bırakmaz. İnsanların birbirlerine karşı işledikleri haksızlıkları da düzelterek hakkı yerine getirir.


----o----
el-CÂMİ'
İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan.
Birbirine benzeyen, benzemeyen ve zıd olan şeyleri bir araya getirip tutan...
Cem, dağınık şeyleri bir araya toplama demektir. Allah Teâlâ, vücudlarımızın çürüyerek suya, havaya, toprağa dağılmış zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenlerimizi yeni baştan inşa edecektir.
Allah Teâlâ birbirine benzeyen şeyleri bir araya getirip topladığı gibi, birbirinden ayrı varlıkları da bir araya getirmektedir. Onların iç içe birlikte yaşamalarını te'min etmektedir. Sıcaklık ile soğukluk, kuruluk ile nemlilik gibi birbirine zıd unsurları bir arada tutması da yine Allah'ın Câmi' isminin tecellisindendir.


----o----
el-GANİYY
Çok zengin ve her şeyden müstağnî...
Ganiy, hiçbir şey'e ihtiyacı olmayan, herşey yanında mevcud bulunduğu için hiçbir şekilde başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayan zât demektir.


----o----
el-MUĞNÎ
İstediğini zengin eden...
Allah Teâlâ dilediğini zengin eder, ömür boyunca zengin olarak yaşatır. Dilediğini de ömür boyunca fakirlik içinde bırakır.
Bâzı kullarını zenginken fakir, bazılarını da fakirken zengin yapar.
"Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak; fakirliğe ne ölçüde sabredildiği, zenginliğe de ne ölçüde şükredilmiş olduğu hesab edilecek.
Mesele, çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir."
Yahya bin Muaz


----o----
el-MÂNİ'
Bir şey'in meydana gelmesine müsâade etmeyen...
İyiden ve kötüden pek çok arzularımız vardır ki biri bitmeden biri ortaya çıkar. Yaşadığımız müddetçe bunlar ne biter, ne de tükenir... Biz de bu arzularımızı elde etmek için çalışır dururuz. Her arzumuz bir takım sebeblere, sebebler de Mâni' ve Mu'tî olan Allah'ın emrine bağlıdır. Allah Teâlâ isteyenlerin isteklerini, dilerse verir; o zaman isteyenin tuttuğu sebebler çabucak meydana gelir. Mu'tî ism-i şerîfinin mânası budur. Allah Teâlâ bâzı isteklere de müsaade etmez. O zaman isteyenin yapıştığı sebebler kısır kalır, ne kadar çabalanırsa çabalansın netice vermez. Bu da Mâni' ism-i şerîfinin tecellîsidir.
Kullarının başına gelecek felâket ve musibetleri önlemek, geri çevirmek de yine Mâni' ism-i şerîfinin tecelliyatındandır.


----o----
ed-DÂRR
Elem ve zarar verici şeyleri yaratan...


----o----
en-NÂFİ'
Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan...
Menfaatları ve mazarratları, hayır ve şerleri yaratan Allah Teâlâ'dır. İnsana menfaat ve zararlar belli bâzı sebebler altında geliyorsa da, o sebebler o menfaat ve zararların sâhibi ve müessiri değil, birer perdesidir. Gerçekte zararın da faydanın da, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır.


----o----
en-NÛR
Âlemleri nurlandıran; istediği sîmalara, zihinlere ve gönüllere *ûr yağdıran...
Bütün eşyayı aydınlatan *ûr, şübhesiz ki, Allah'ın zâtının *ûrundandır. Çünkü göklerin ve yerin *ûru O'dur.
Nasıl ki, güneşin aydınlattığı her zerre, güneşin varlığına bir delildir, kâinatın her zerresinde görünen aydınlık da, o aydınlığı yaratan varlığın mevcud olmasına bir delil teşkil etmektedir.


----o----
el-HÂDÎ
Hidayeti yaratan.
İstediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren.
Her yarattığına, neye ihtiyacı varsa, ne yapması gerekiyorsa onu öğreten...
Hidâyet; Allah Teâlâ'nın lütuf ve keremiyle kullarına, sonu hayır ve saadet olacak isteklerin yollarını göstermesi veya o yola götürüp muradına erdirmesi demektir. Sadece hayır yolunu ve sebeblerini göstermeğe irşâd; neticeye erinceye kadar o yolda yürütmeye de tevfîk denir.
Hidâyetin karşılığı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmak demektir. Hidâyetin neticesi îman, dalâletin neticesi îmansızlık ve küfürdür...


----o----
el-BEDÎ'
Örneksiz, misalsiz, acîb ve hayret verici âlemler îcad eden...
Zâtında, sıfatında, fiillerinde, emsâli görülmemiş olan...
Bedî', mübdî mânasınadır. Mübdî, ibdâ eden, yani örneği bulunmayan bir şey'i îcad eden demektir.
Allah herhangi bir kuluna peygamberlik veya velîlik vererek üstün kılmışsa, bu üstünlükle o kul, kendi zamanındaki sair insanlara nisbetle bedî' olmuştur. Bâzı âlimlere verilen Bediüzzaman lâkabı gibi. Bu tâbir, zamanının eşsiz, misilsiz âlimi mânasına gelmektedir.


----o----
el-BÂKÎ
Varlığının sonu olmayan...
Bu ism-i şerîf "varlığın devamını" bildiren bir kelimedir. Varlığın devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak mülâhazasıyla Allah Teâlâ'ya Kadîm, sonu olmamak mülahazasıyla Bâkî denir. Bu mânalara yakın Ezelî ve Ebedî ism-i şerifleri de vardır.
Allah Teâlâ'nın varlığı, devam bakımından zaman mefhumu içine girmez. Çünkü, zaman denilen şey, kâinatın yaratılmış olduğu andan itibaren sonsuzluğa doğru akışının derecelerini gösteren bir mefhumdur. Şu halde, zaman yaratılmışlar başlamıştır ve onlarla bitecektir. Kâinat yokken zaman da yoktu, fakat Allah Teâlâ vardı. Kâinat biter, zaman da biter, fakat Allah BÂKÎdir.


----o----
el-VÂRİS
Servetlerin geçici sâhipleri elleri boş olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakikî sâhibi...
Allah Teâlâ mülkün gerçek sâhibi olduğu gibi, gerçek vârisidir de. İnsanların mülk sâhibi olmaları geçici olduğu gibi, varislikleri de geçici ve muvakkattır. Mülkün gerçek vârisi, mülk sâhibi Allah'tır. Kıyâmet hengâmında bütün canlılar ölecek, bütün mülk tamamıyla O'na kalacaktır.


----o----
er-REŞÎD
Bütün işleri ezelî takdîrine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere âkıbetine ulaştıran;
Her şey'i yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan...
Reşîd isminde iki mâna vardır:
1. Doğru ve selâmet yolu gösteren. Bu mânada Hâdî ismiyle eş mânaya gelir.
2. Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbîrinde yanılmayan, hiçbir takdîrinde hikmetsizlik bulunmayan zât mânasındadır.


----o----
es-SABÛR
Allah, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre - zamanı gelince - icra eder. Önceden çizdiği zamandan, - bir tenbelin yaptığı gibi, - geciktirmez. Ve kezâ - bir acelecinin yaptığı gibi - zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Bil'akis her şey'i, hangi zamanda yapılmasını takdîr buyurmuş ise, o zaman yapar.

----o----


Allah'ın diğer isimleri:
Allah'ın isimleri 99 taneden ibaret değildir. Âyet ve hadîslerde bu 99 isimlerden ayrı olarak Allah'a başka isimler de izâfe edilmiştir.
Allah'a izâfe edilen diğer bâzı isimler şunlardır:
el-Vâhid'in yerine el-Ehad, el-Kahhâr'ın yerine el-Kâhir, eş-Şekûr'un yerine eş-Şâkir; el-Kâfi, ed-Dâim, el-Münevver, es-Sıddık, el-Muhît, el-Karîb, el-Vitr, el-Fâtır, el-Allâm, el-Ekrem, el-Müdebbir, er-Refî', Zittavl, Zülmeâric, Zülfadl, el-Hallâk, el-Mevlâ, en-Nasîr, el-Gâlib, el-Hannân, el-Mennân...
Kur'ân-ı Kerîm'de Allah ism-i şerîfi 2800 defa zikredilmiştir. Allah isminden sonra Kur'an'da en çok zikri geçen isim, Rab ismidir. 960 yerde zikredilmektedir.
Rab isminden sonra, Kur'an'da en çok yer alan isimler ise; Rahmân, Rahîm ve Mâlik isimleridir. Fâtiha sûresinde "Allah" isminden sonra sıra ile zikredilen bu dört ism-i şerîfe, Cenâb-ı Hakk'ın Rubûbiyet Sıfatları adı da verilmektedir.
Terbiye etmek, büyütmek, yetiştirmek mânalarını ihtiva eden Rab kelimesinin asıl mânası: "Bir şey'i derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar kollayan" demektir.
İsm-i A'zam Nedir?
Allah Teâlâ'nın Kur'an ve hadîs-i şerîflerde zikredilen isimlerinin en büyüğüdür.
İsm-i A'zam'ı, Allah, isimleri içinde gizlemiştir. Bunun da hikmeti, kullarının bütün Esmâ-Ül Husnâ'ya rağbetini sağlamak, kendisine bütün isimleriyle dua edilmesini te'min etmektir. İsm-i A'zam belli olsaydı, insanlar yalnızca o isimle dua ederler, diğer isimleri terkederlerdi. Çünkü İsm-i A'zam'ın Allah katında büyük bir değeri vardır. Bu isimle yapılan duaların mutlaka kabûl edildiği rivayet olunmuştur.
İsm-i A'zam'ın Esmâ-Ül Husnâ'dan hangi isim olduğu hakkında, İslâm âlimleri ayrı ayrı kanâatler ileri sürmüşlerdir. Büyük ekseriyetin kanâatı, İsm-i A'zam'ın, lâfza-i Celâl yani Allah ismi olduğudur. Hz. Ali Efendimize göre İsm-i A'zam tek isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs'tan ibaret 6 isimdir.
İmam-ı A'zam'a göre, İsm-i A'zam, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir. Gavs-ı A'zam'ın İsm-i A'zam'ı, Hayy ismidir. İmam-ı Rabbânî'ye göre de İsm-i A'zam, Kayyûm'dur.
Görüldüğü gibi İslâm büyükleri, İsm-i A'zam'ı farklı isimlerde bulmuştur. Belki de herbirinin hususi âlemine tecellî eden İsm-i a'zam değişik olmuştur.
Esmâ-Ül Husnâ içinde bir İsm-i A'zam olduğu gibi, her isim için de a'zamî bir mertebe vardır. Bâzan bir ismin a'zamî mertebesi, İsm-i A'zam ile karıştırılır; o isim a'zamî mertebedeki tecellîsi sebebiyle İsm-i A'zam sanılır. İsm-i A'zam'ın her âlime göre değişik olmasının bir sebebi de budur.


B U N L A R D A İ L G İ N İ Z İ Ç E K E B İ L İ R!!!!!!!!

Related Posts with Thumbnails